Yılmaz Bayat
Hani şu bazı röportajların değişmeyen sorusu vardır; soruyu soran kişi, bazı kavram ve isimler söyler, ardından bu kavram ve isimlere tek bir kelime ile cevap ister ya, bana da işte öyle bir soru sorulsaydı ve denilseydi ki:
Yılmaz
Bayat?
Hiç
düşünmeden şu cevabı verirdim:
çalışkanlık
ve iyilik.
Bu
cevabı neden verdiğimi ileride açıklamaya çalışacağım fakat, evvela onunla
nerede, ne zaman tanıştığımızı söylemeliyim.
1985
yılının Mayıs ayında, o zamanlar Merkezi İstanbul Fatih’te bulunan Vefa
Yayıncılıkta işe başladım.
İş
görüşmemizi güneşli bir ikindi vaktinde Yusuf Yazar ağabeyi ile yapıp olumlu
bir şekilde sonlandırdık.
Ardından
Yusuf ağabeyi beni bir odaya götürüp; “kurumumuzun ve dergilerimizin Genel
Müdürü” diyerek Yılmaz Bayat ile tanıştırdı.
O
sırada üç dergi: İslam, İlim ve Sanat, Kadın ve Aile yayınlanıyordu.
Dergilerin
merkezi Ankara’da idi, Genel Koordinatörümüz o zamanlar Ankara’da oturan,
Zekeriya Karaman ağabeydi.
Benim
işe başlamamdan kısa bir süre sonra da, önceden hazırlıkları tamamlanmış olan
dergilerin merkezinin İstanbul’a nakli gerçekleşti.
Yılmaz
Beyle iyi ki erkenden tanıştırılmışım, aksi halde onun, o kurumda ne iş
yaptığını anlamam çok güç olurdu zira, Yılmaz Ağabeyi bazen pikaj ve montaj
yapılan teknik serviste, bazen abone servisinde, bazen yayın yönetmeni
odasında, bazen yemekhanede personele menemen yaparken, kimi zaman da dizgi
servisinde olurdu.
Ama
hep o sempatik kumral yüzü ile.
Ama
herkese destek veren, yardım eden tavırlarıyla.
Herkesin,
müşkilini çözen ustalığı, mütevaziliği ve mülayim edalarıyla.
Kimi
zaman düşünmüşümdür; iş hayatımın ilk yıllarını Yılmaz Bayat ve Yusuf Yazar
gibi iki hoşgörülü, işinin ehli, yardımsever ve insan yetiştirmek için hep
kendilerinden veren fedakar ustaların yanında geçirmeseydim, acemiliklerime
tahammül edilir miydi ?
Yılmaz
Bayat Erzincanlıdır.
Erzincan’ı
ve Erzincanlıları tanırım, üç yıllık lise eğitimimi orada tamamladım.
Mülayim,
komşuluk ve yardımseverlikte duyarlı insanlardır.
Hatta
buna bir şehrimizi daha ekleyeyim: Elazığ ile Erzincan insanlarının aynı
damardan geldiğini düşünenlerdenim.
Yılmaz
Ağabeyi, birlikte çalıştığı insanları sabrı, yardımı ve kendi çalışkanlığı ile
yani, sözle değil, fiili ile eğiten mütevazi bir kişiliktir.
Sanırım
onunla aynı kurum ve ortamda bulunmuş her insanda bıraktığı iyiliğe dair
silinmez hatıralar vardır.
Uzun
sayılabilecek kadar birlikte çalıştığımız için, bende de unutamadığım
hatıraları vardır, ama iki tanesi hayatımda oldukça derin izler bırakmış ve
beni etkilemiştir.
Birincisi
iş hayatımda bıraktığı etkidir.
1987
yılının Mart ayı ortalarıydı.
Bir
gün odama girdi, kısa bir selam ve merhabadan sonra “ Ferman senin bir çocuk
dergisi çıkarmanı istiyoruz” dedi.
O
zamanlar yazılarımızı daktilo ile yazıyoruz.
İlim
ve Sanat Dergisinin Yayın Müdürüyüm ve elimde yetiştirmem gereken bir yazının
üzerinde çalışıyorum.
Şaşırıp
kaldım.
Evet,
şiirlerimde öteden beri çocuk figürü önemli bir yer tutar, fakat çocuk üzerine
bir dergiyi başarabileceğimi hiç düşünmemiştim.
“Nasıl
olur abi, ben yapamam” gibi şeyler söyleyince şaşkınlığımı gördü ve:
“Sen
çocukları çok seven bir şair değil misin”? dedi.
İki,
üç gün süren bocalamalarımdan sonra beni toparlayıp yönlendirdi ve İlim Sanat
Dergisinden sonra en çok tat aldığım bu işe, evvela İstanbul TRT’de çalışan
merhum Cahit Zarifoğlu’nu ziyaret ederek ve Yürek Dede ile Padişah’ın çizim
iznini alarak başladım.
Sonrası:
Serdar Yakar, M.Ruhi Şirin, Hasan Aycın, Hüseyin E. Öztürk, Hamit Yüksek, Cemil
Çiftçi, Erol Özbilgen, Vehip Sinan, Mustafa Özçelik, Salih Koca, Ramazan Erkut,
Orhan Bal, Hekimoğlu İsmail, Kemal Kahraman, M.Ahmet Varol, Mevlana İdris,
A.Vahap Akbaş, Yalçın Turgut...ve daha onlarcasının hikaye, şiir, çizgi, spor,
roman, mektup ve çevirileriyle devam eden ve çok verimli olan bir Gülçocuk
süreci başlayıp devam etti.
Yani
benim, çocuk dergiciliğine ilk adımımın kıvılcımını Yılmaz Bayat’ın çaktığını
unutamam.
Diğer
unutamadığım bir hatırası ise, onun insanî yanının kendisi için sıradan,
yaşayanlar için hayatî derecede önemli olan vefakarlık izlerini taşır.
Fatih’te
çalışıyorum, evim Küçükköy, beş yüz evlerde.
Çocuklarım
daha çok küçükler, ilkokula bile başlamamışlar.
Evlerde
tek tük telefon olan zamanlar.
Fatih’deyim,
yoğun olarak çalıştığım bir gün, evimize yakın olan bir bakkaldan arayan ev
sahibemiz hanım, eşimin çok rahatsız olduğunu, derhal yetişmem gerektiğini
haber verdi.
1988
yılının Ağustos ayı.
Minibüs
ve İETT otobüslerinden başka hiçbir vasıta yok, ambulans dersen o da yok.
Ben
sigortalıyım.
Devlet
hastanelerinde yani 650’ye tabi olarak çalışan memurlara ambulans hizmeti aksak
topal da olsa var, ama bizim gibi işçi statüsünde çalışan SSK’lılara böyle bir
hizmet hemen hemen hiç yoktu.
İş
yerimizde sadece Yılmaz Ağabeyinin, herkesin imdadına koşmaktan, iş yerimizde
oraya buraya dergi taşımaktan bîtap düşmüş, kırık dökük, beyaz renkli,
yanılmıyorsam şahin marka bir aracı var.
Duyunca
beni apartopar arabasına aldı, hemen yola çıktık.
Yollar
asfalt, ama özellikle Edirne Kapıdan sonrası çukur, tümsek ve toz.
Yılmaz
Bayat aracı çok hızlı kullanıyor.
Bir
Ağustos İstanbul’unda çukurlara hızla dalıp çıkan klimasız eski bir aracın
içindeyiz.
Ter,
toz ve sıcak.
Nihayet
eve ulaşıp hastamızı aldık, fakat yaşayanlar bilir, eski Türkiye’de hastanız
olduğunda esas zorluklar bundan sonra başlıyordu.
SSK’lı
çalışanların kendileri, eşleri ve çocukları SSK hastaneleri dışında hiçbir
hastaneye gidemez, yasaktı.
Hastanız
ölmek üzere dahi olsa.
Nitekim
o yıllarda, birçok hastanın, acil kapıları yüzlerine kapandığı için, hastane
önlerinde öldüklerini biliyoruz.
Neyseki
Yılmaz Ağabeyi hastamı bir SSK hastanesine yetiştirmişti.
Hastamıza
müdahale edildi ve çok şükür iyileşti.
Günümüzde
çalışanlarını saygı ve muhabbet bağı ile kendisine bağlamak bir yönetici için
son derece zor olsa gerektir, ama Yılmaz Bayat bunu çok kolay başaran bir
yapıya sahiptir.
Ayrıca
onun, mütevazi ve sevecen fıtratı ile birleştirerek bizzat elleriyle yaptığı
kırmızı acı biberi bol menemenleri ise bambaşkadır.
İslam’ın
kardeşlik, iyilik ve muhabbet özelliğini, son derece şefkatli davranışları ile
bütünleştirip yürekleri kuşatan ve sarıp sarmalayan vefa ve dostluk örneğini
onda görmüştük iş hayatımızın ilk yıllarında.
Kurumumuzda
her sabah ışıkları ilk yakan ve her akşam ışıkları son söndüren hep oydu.
Dergilerimizi
taşıyan,
Hastalarımızı
hastaneye yetiştiren,
Kiralık
ev bulup, ev taşımalarımızda koşuşturan, eski Türkiye’nin ilaç kıtlığı yaşadığı
o zamanlar, hastalarımıza ilaç bulmak için eczane eczane bizimle birlikte
yorulan,
Hakkı
ödenmez bir dost..
Hak
ödemek deyince, birkaç yıldan beri başlattığımız, yaşayan değerlerimize vefa ve
karınca kadarı kabilinden yazılarla bu dostlarımızın elbette hakları ödenemez.
Fakat
yazılarımızı bitirirken onlara sunduğumuz bu hediyeler eminim gönüllerini
hoşnut eder.
İşte
ben de, Yılmaz Ağabeyime yazdığım bu yazıyı, M.Necati Bursalı’nın Peygamberimiz
(as) için yazdığı Naat’ı ile bitiriyor, kendisine hayırlı, uzun, sağlıklı ve
bereketli bir ömür diliyorum.
YOLUMUZ
YARE GİDER
Biz
Hak yolcularıyız, yolumuz yâre gider.
Ey
göklerin gelini, bülbül gülzâre gider..!
Aşk
yolu bir ateştir, kimi menzile varır,
Kimi
de Mansur gibi, gün gelir dâre gider..!
Ey
yeryüzünde bize güneş olan sevgilim;
Bu
yolun âşıkları elbet dîdâre gider..!
Ey
cânımın içinden sana şiir söyleten,
Sen
lütf etmezsen eğer, elden her çâre gider..!
Ey
apaydın güneşim, cân lâlem, Muhammed’im
Bu
hasret vâdisinde gönül bin pâre gider..!
Ey
binlerce âşıkın sevgilisi göz nûru,
Senin sevginden mahrum olanlar nâre gider...!
Ferman Karaçam - Haber 7