Din Yorgunluğu
Yoksul ve çaresizdik.
Anadolu ve Trakya’nın köylerinden, kasabalarından, mezralarından kopmuştuk.
Buralardaki tarımın karın doyuramadığı tarlalarımızı, çayır ve meralarımızı yaşlı anne ve babalarımıza bırakıp; kimimiz okumaya, kimimiz çalışıp geride bıraktıklarımıza para göndermeye, kimimiz geride bıraktıklarımızı da alıp götürmek üzere büyük şehirlere koşuştuk.
İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in, Adana’nın kenar mahallelerinde üç beşimiz bir araya gelip, bodrumlarda rutubetli, küf ve pislik içindeki
kiralık odalarda kaldık.
Umumi parklarda ve kıyılardaki kayıklarda korkarak ve ürkerek sabahladık.
Pamuk tarlalarında, inşaatlarda, günlük işlerde çalıştık.
Hademelik, hamallık, fabrika işçiliği, komilik, bulaşıkçılık, hizmetçilik, kapıcılık yaptık.
Geride bıraktıklarımızdan gelen, kenarı yanık ölüm ve hastalık mektuplarını hıçkırarak okuyup, sabır mendillerine sararak yastığımızın altına koyduk.
Bodrumdaki banyonun duvarında, paslı bir çivide asılı duran ve birçok yerinden çatlamış puslu aynamızın üzerine üst katlardan damlayan sulara aldırmadan, sinek kaydı tıraşlar olup, sevgilisinden ayrılmış “bizim dert ortağımız” jönlerden arabesk türküler dinlemek üzere yazlık sinemalara doluştuk.
Kopup geldiğimiz yerlerden getirdiğimiz üç şeyi özenle ve özlemle biriktirip büyüttük.
İlki, inancımız.
İnancımızı evvela, çalıştığımız inşaatlardan getirdiğimiz boş çimento kağıtlarını, rutubetli odalarımızın zeminine sererek ve müstahdemlik yaptığımız binanın merdiven altına gizlediğimiz mukavvalar üzerinde kıldığımız namazlarla yaşadık.
Daha sonraları bu namazları, kendimiz için yaptırdığımız gecekonduların çevresine diktiğimiz ve içinde gururla kıldığımız namazlar takip etti.
İkinci getirdiğimiz şey de, edindiğimiz gecekondu binalarımızın ufacık bahçelerine diktiğimiz ağaçlarımızdır.
Kimi kiraz, kimi incir, kimi de dut ve vişne olan bu ağaçlar da, bizim Anadolu ve Trakya kırsallarından, kendimizle birlikte büyük şehirlerin varoşlarına taşıdığımız değerlerimizdendir.
Doğup büyüdüğümüz yerlerden büyük şehirlere getirdiğimiz üçüncü şey ise, samimiyettir.
Çimento kağıtları üzerinde ya da merdivenlerin altına sakladığımız karton ve tahta seccadeler üzerinde kıldığımız namazlarda samimiydik.
Patrona ve yöneticilere fark ettirmemek için kırk takla atarak tuttuğumuz oruçlarda samimiydik.
Bahçelerimize diktiğimiz ağaçların meyvelerini tabak tabak konu komşuya dağıttığınızda samimiydik.
Öğlen tatillerinde iş arkadaşlarımızla birlikte peynir, soğan, karpuz ve domates dilimleyerek güle oynaya yiyerek, çalışmaya başladığımızda samimiydik.
Gülerken, ağlarken, severken samimiydik.
Çalışırken, üretirken, verirken, inanırken samimiydik.
Yani yaşarken samimiydik.
Ya şimdi, şimdi de samimi miyiz?
Vagon vagon taşındığımız büyük şehirlerde, şimdi artık büyük büyük binalarımız, dairelerimiz, rezidanslarımız, yazlıklarımız, arabalarımız, arsa ve çiftliklerimiz var.
Birçoğumuz okuduk; makamlarımız, mevkilerimiz, yükseklere kurulu koltuklarımız, omuzlarımızda apoletlerimiz, isimlerimizin önünde titrlerimiz, cilt cilt kitaplarımız var.
Önceleri, başımızı kaldırınca şapkamızın düşeceği yükseklikteki kamu binalarının içinde artık biz varız, bakmaya bile çekindiğimiz oraların hakimi şimdi biziz.
Peki samimiyetimiz var mı?
Hani o gelirken yanımızda getirdiğimiz samimiyetimiz?
Hak getire...!
Samimiyetimizin de, diğerleri gibi yerinde yeller esiyor.
Geçenlerde bir televizyon kanalından, iki akademisyen hocamızdan dini konularla ilgili programlarını seyrediyorum.
Hocalarımızdan biri, daha programın başlarında sevgili dostum ve okul arkadaşım Necdet Subaşı’ya ait olan ve neredeyse Türkiye’ye mal olmuş ve dahası Diyanetimizin önceki bazı Başkanları tarafından da Profesör Necdet Subaşı’ya atıf yaparak kullanılmış olan,
“ Din Yorgunluğu” tabirini birkaç defa dile getiriyor.
Bekliyorum.
Uzun süre bekliyorum.
Kendisi de Necdet Bey ile aynı meslekten gelen hocamız, belki akademisyenliğin de olmazsa olmazı olan, bir atıf yapar da, Necdet Subaşı adını söyler diye.
Ne gezer, tam tersine.
Hocamız bu tabiri büyük bir iştiha ile kullanıp, tamamen kendisine has kılıp, programdan çıkıyor.
Sosyal Medya denen ve eli kalem tutan herkesin, içine bir kirli çamaşırını fırlatıp attığı bohçaya bakıyorum.
Kendisine makam verilmeden önce adı sanı duyulmamış ve makam verildikten sonra, ne kadar birikmişi varsa, hepsini bohçanın içine fırlatınca görevden alınmış, bir başka akademisyene bakıyorum:
Görevden alınınca daha bir huysuzlanıp, ağıza alınmayacak sözler sarf edecek kadar, bağlı bulunduğu inanç ve kültüre zarar
verecek bir savrulmaya şahit oluyorum.
Peki neden bunca kirlendik?
Bana kalırsa sadece din yorgunu değil; paranın, pulun, makamın, mevkiinin, servetin de yorgunuyuz, cılız omuzlarımız bunca dünyevî zenginliği de taşımıyor.
Necdet Subaşı haklı.
Bizim omuzlarımız, sadece dünyaya ait, şunca basit zenginlikler karşısında eğilip bükülüyor, nerede kaldı din gibi hem dünya ve hem de ahirete ait devasa bir ziyneti ve yükü omuzlayıp taşımak?
Elbette Din Yorgunuyuz.
Elbette yüce dinimizi taşıyamıyoruz.
Ferman Karaçam - Haber 7