Büyük Bilge Hakka Yürüdü
Cumhuriyet Türkiye’sinin perdesini aralayıp, Adem Peygamberden başlayarak kıyamete kadar sürecek büyük İslam davasını düşünce ve duygu evrenine samimiyetle taşıyan münevver ve mücahit bir kalem sustu.
Sürgün bitti.
Görünürde yalnızdı; ama o, bir buçuk milyardan fazla bir İslam dünyasında yaşayan herkesin derdini dert edindiği için hiç yalnızlık çekmedi.
Evet 88 yıl boyunca kapısını içeriden açıp ona “buyurun” diyen olmadı, fakat o, bütün bir ömrünü kutlu bir davaya adadı, bununla mutmain olan tertemiz bir hayat yaşadı.
Kitabı ve önderi (sav) rehber edinerek imrenilecek bir mü’min olarak; rütbe, makam, mevki ve alkışları elinin tersi ile iterek seksen sekiz yıl yaşadı.
Türkiye’de eli kalem tutan hemen her ferd onun eserlerinden beslendi.
Eserlerinden hangisinin kapağını açarsanız açın düşüncenin ve duygunun burçlarında bulursunuz kendinizi.
Fikirleriyle yarım asırdan daha fazla bir zamandır uygarlık mücadelemizin en ön saflarında yürüyerek yolumuzu aydınlattı.
Doğudan batıya, kuzeyden güneye dünyanın neresinde olursa olsun mazlumun, muhacirin ve yetimin derdiyle dertlenerek, kurtuluşun İslam’da olduğunu, bunun dışında önerilen tüm izmlerin aslında birbirine benzeyen, birbirinden nüanslarla ayrılan ve sonuçta insanı felakete götüren doktrinler olduğunu anlattı.
Ufuk Peygamberimizin (sav) izinden yürüyerek ufkumuzu aydınlattı.
Batının, doğunun ve uzak asyanın doktrinlerini satır satır eleştirerek çürüttü.
Ülkemizin insanına; entelektüel bir bakış açısı ile hayata, eşyaya ve insana bakmanın kılavuzunu verdi, bunalımda olan insana çıkış yolunu gösterdi.
Düşüncelerini dile getirirken kullandığı naif üslup her kesimdeki, her görüşteki insanın dikkatini çekti, herkesin sempatisini kazandı.
En önemlisi Sezai Karakoç adı yıllar içinde İslam uygarlığı kavramı ile içiçe girmiş, perçinlenlenmiş, dahası, bu kavramı anlamak için kilit bir isim olmuştur ülkemizde.
ilk yazısından son yazısına kadar, hangi metnine bakarsanız bakın, onun bir uygarlık savaşçısı olduğunu görmek mümkündür.
Hatta o , uygarlık kavramı üzerine düşünüp yazmanın yanında, uygarlığımızın yeniden dirilişinin yapı taşlarını da döşedi.
O, ulu hocalardan değil; yıkık hanlardan, hamamlardan, mescitlerden, dergâhlardan, virane köşklerden, su kanallarından öğrendiklerini, okuduklarını, hissettiklerini anlatarak bizim de dirilmemizi istedi.
Bir bakıma gerçek tarihimizi de ondan öğrendik: Medeniyet’i, Doğu’yu, Batı’yı, Mekke’yi, Medine’yi, Şiir’i, Şuur’u, Zemzem’i, Yed-i Beyzâ’yı, Ebabil Kuşları’nı, Oruç’u, Namaz’ı, Kıyamet’i, Sabr’ı, Korku’yu, Muştu’yu, Hicret’i, Gayb’ı, Hüthüt’ü, Mağarayı, Bengisu’yu, Tövbe’yi, Refref’i, Ay Diyaloğu’nu, Ay’ın Bölünüşü’nü, Peygamber’i, Peygamberler Peygamber’i Efendimiz’i (sav), Meşale’yi, Cuma’yı, Mucize’yi ve Yeniden Diriliş’i ondan öğrendik.
Sezai Karakoç; özellikle yaşantısıyla Hadis-i Şerifin tam
da -sanırım- anlattığı “bu dünyada bir garip” gibi yaşamıştır.
Bizim uygarlığımız da, son birkaç yüz yıldan beri “bu dünyada bir garip” değil midir?
Yaşadığı hayatla da bizim uygarlığımızı çağrıştırır Sezai Karakoç.
Yazdıklarının tümü, uygarlık değerlerimizin anlaşılması ve yaşanması gayreti üzerine olmuştur.
Sosyoloji ’de İbn-i Haldun, Tıpta İbn-i Sina, Tarihte Ahmet Cevdet Paşa, mimaride Mimar Sinan ne ise, Sezai Karakoç adı da İslam Uygarlığı ile içiçe geçmiş, pekişmiş, perçinlenmiştir.
O’nun hayata, eşyaya, dünyaya, insana, zamana, uygarlığa ve tarihe bakışı, vahy’in penceresinden bir bakıştır.
Bu bakışıyla da Sezai Karakoç, hem onaran ve hem de yeniden onaran bir fikir ve sanat adamı olarak son yüzyılda Anadolu’nun düşünsel yapısına damgasını vurmuştur.
Fecir Devleti’ni, Alın Yazısı’nı, Hikmet’i, Himmet’i, Kalp Medeniyeti’ni, Edeb’i, İnsan’ı, İnsan-ı Kâmil’i biz, Sezai Karakoç’tan öğrendik.
Öbür dünyayı ve kıyameti bu dünya hayatının içinde yaşamayı bize o öğretti, nihayet Mecnuna ve bize, Leyla’nın çetrefilli, acılı ve yakıcı çöl yollarından ilerleyerek Mevla’ya ulaşılacağını Sezai Karakoç öğretmiştir bize.
Sezai Karakoç, yaşadığımız hayata mana verme gayretiyle Mevla’ya hakiki kul olabilmek için Efendimizin inşaa ettiği dini ve değerlerini korumanın yanında, bu değeri gelecek nesillere aktarmak için adeta bir uygarlık savaşçısı kimliğine bürünmüştür.
Eserlerinde, söylemlerinde hiç durmadan erdemli bir toplumun inşaası için mücadele vermiştir.
Bu bağlamda “Uygarlık” sözcüğünün tanımından başlar ve bu tanımın içine girebilecek bütün kavramları tek tek inceleyerek derinlemesine ele alır.
Her kavramı hem bir başına hem de başka bir kavramla ilişkisi bakımından ele alarak, kavrama ruh verir ve manasını zenginleştirir. Örneğin; sabır kavramını ele aldığında bu kavramın tek başına hangi birim değerler üzerinde yükseldiğini, Kitap’ta nasıl ifade edildiğini, Efendimiz ve sahabenin hayatında sabrın tarihsel süreç içinde hangi merhalelerde nasıl şekillendiğini ve neticesindeki dönüşümü ifade ederken, diğer taraftan da mesela sabır - cihat kavramının ilişkisine işaret ederek aralarında bir korelasyon olduğunu tesbit eder.
Böylece Karakoç bize, sabır kavramının birim değerini, insanda ve Müslümandaki faydasını anlatırken aynı anda sabrın tek başına insanı ayakta tutamayacağını da söylemektedir. Ve sabrı başka kavramlarla içiçe ulayarak, kavramları birbiriyle kancalı tuğlalar gibi içiçe geçirerek muazzam bir bina inşa eder.
Bu bina, Sezai Karakoç’un mimarisini özenle kurma ve diriltme gayesinde olduğu İslam uygarlığı binasıdır.
Öte yandan Karakoç İslam uygarlığını oluşturan kavramları ele alırken, eşref- i mahlûkat olan insanı da bu kavramların içinde yoğurarak bir hamur haline getirir.
Böylece Müslüman sabır, cihat, gayb, zekât, namaz, hac, kıyamet, muştu, mucize, şehit, hayâ, iman..gibi kavramların içine girer ve o kavramları içselleştirerek bundan yaşanılacak bir hayat kurma imkânını elde eder.
Öyle ki, bir Müslüman, Sezai Karakoç’tan gayb kavramını okuyorsa, o kavramın kaynağından, peygamberinden, tarihsel sürecinden, hatta bir Hristiyan ya da Yahudi’nin Batı Medeniyeti ile olan ilişkisi de dahil olmak üzere, gayb kavramı içinde yoğrulur ve olması gerektiği gibi bir şekil alarak gayba olan inancımızı tazeler.
Böylece hem kavramlar hem de Mü’min birbiriyle içiçe geçer ve adeta birbirine kaynaştırılır, lehimlenir ve perçinlenir.
Ve Kur’an’ın bizden istediği Müslümanlığın kapısını aralar, öte yandan İslam dininin emir ve yasakları olan bu kavram veya sözcüklerin anlatımında Karakoç, insanın hem aklını, hem yüreğini, hem de ruhunu teyakkuz halinde tutar.
Yani insanın adeta beş duyusunu birden, anlattığı kavramın üzerine gönderir ve biz o kavramı; görür, işitir, kokusunu ve tadını alırken o manaya da dokunduğumuzu hissederiz.
Ayrıca o kavramın tarihsel sürecini ve diğer dinlerle olan ilişkilerini de algılar ve o kavramla bütünleşiriz.
Bu haliyle, Sezai Karakoç’un İnsan-Kavram ilişkisini birçok düşünürden farklı olarak incelediğini yani bütün boyutlarıyla ele aldığını görürüz.
Ayrıca şiirlerinde de, betimlemeler yerine; kavramsal, tarihsel ve sembolik çağrışımların daha ileri düzeyde olduğunu,
İnsan-Kavram-Tarih bütünleşmesinin önemsendiğini görürüz.
Karakoç, şehirleri de uygarlık değerleri içinde olay – tarih – şehir – insan –kavram manzumesi çerçevesinde ele almıştır.
Şehirleri taş, kum, beton ve kireç yığını olmaktan sıyırarak onları adeta ruh ve yürek sahibi varlıklar olarak dillendirir.
Şehir; ütopyadan, fiziki elbisesinden sıyrılıp Müslümanı içine alan, Müslümanı kalbinde taşıyan, Müslüman varlığını varlığıyla bütünleştiren canlı ve muazzam bir organizmaya dönüşür.
Bu organizma aynı zamanda Müslümanı koruyup kollayan, sarıp sarmalayan, bir metafor, bir fenomen ve canlı bir şuur halini alır.
Karakoç, bu canlı organizmayı, bu şuuru da Müslümanın bir parçası haline dönüştürüp, Müslümanla bütünleştirip uygarlığa katar ve Mekke, Medine, Şam, Bağdat, Buhara, Endülüs, Kudüs, Diyarbekir, İstanbul dendiğinde bu şehirlerin adıyla birlikte; nübüvvet, din, tarih, hicret, zafer, mağlubiyet gibi birçok kavramın çağrışımını yaşatır bize.
Sezai Karakoç ait olduğu İslam Medeniyeti ve bu kavramlar üzerinde düşünürken, okuyucuyu geçmiş uygarlıklardan da haberdar edip bilgilendirmektedir.
Böylece bir Sezai Karakoç okuyucusu; Mezopotamya, Mısır, Grek, Roma, Antikite, Bizans ve ayrıca Çağdaş Batı Medeniyetinin kurum ve değerlerine de hâkim bir kişilik haline gelir.
Öte yandan Karakoç, uygarlığın değer ve kavramlarını ele alırken bir düşünür, şehir ve tarihten bahsederken bir seyyah, kavramları ve değerleri tanımlarken, birbiriyle ve Müslümanlarla olan ilişkilerini anlatırken arif ve bilge bir kişilik gibi vukufiyet sahibi ve etkindir.
Karakoç, Ka’b bin Züheyr ve Hassan bin Sabit’den, Mevlana ve Yunus Emre’ye, buradan Fuzuli ve Şeyh Galib’e ve oradan da Mehmet Akif Ersoy’a köprüler kurarken ve genç nesilleri bu köprüler marifetiyle büyük geçmişe bağlarken yetkin bir mimar ve mükemmel bir sanat adamıdır.
O'nun şiiri de, makalesi de, hikâyesi de, piyesi de, siyasi yazısı da bir büyük uygarlığın kavgasına adanmıştır.
Sezai Karakoç bir Uygarlık Savaşçısı’dır; ilk insanla başlayıp kıyamete kadar sürecek olan İslam Uygarlığı’nın duygu ve düşünce planındaki en büyük ve en önemli düşünürlerinden biridir.
Bütün ömrünü, bu uygarlığın anlaşılması ve yaşanması uğruna adamıştır.
Şiir’de, Hikaye’de, Piyes’te, Deneme’de, İnceleme’de hem bu türlerin en iyi eserlerini ortaya koymuş hem de her türün içinde, satır satır İslam Uygarlığı’nın mücadelesini vermiştir.
Özellikle Osmanlı'nın ortadan kaldırılışı sırasında İslam Uygarlığı’nın yara aldığını görmesiyle birlikte ölünceye kadar mücadelesine hiç ara vermemiştir ve ilk insanla başlayan İslam Uygarlığı yürüyüşünün Osmanlı ile birlikte sonlandırılmak istendiğini, ortalıkta görünen yazıp çizenlerin de bu isteğe uyduğunu görmüş ve buna karşı tavır almıştır.
O sıralar bu alınan “tavıra” karşı, devlet eliyle yapılan baskıların, yıldırmaların hatta şiddetin ve katliamların olduğunu da dikkate alırsak, Sezai Karakoç’un nasıl bir büyük mücadele verdiğini daha iyi anlamış oluruz.
Bir düşünür, bir şair, bir fikir adamı ve münevver bir kişilik olarak Sezai Karakoç, hayatın her alanına değinen düşünceleriyle Cumhuriyet Dönemi Türkiye'sinin önemli bir ekolünün, Diriliş Ekolü’nün de kurucusudur.
İnsandaki ölümsüz tarafı yani ruhu temel alan bu ekol aynı zamanda Osmanlı ile beraber yitirdiğimiz değerleri yeniden elde etmenin, o değerlerle yeniden var olmanın bir başka adıdır.
Sezai Karakoç bir taraftan kirden, pastan, aktüaliteden uzak, Hak ve hakikat’e adanmış seksen sekiz yıllık bir hayatın içe dönük, yüreğe dönük, ruha dönük kapılarından bir ulu dervişce sonsuzluğa nasıl yüründüğünü bize gösterirken, diğer yandan o sonsuz ummandan devşirilmiş incileri; Hz. Ebubekir’i, Hz. Ömer’i, Hz. Osman’ı, Hz. Ali’yi tanıtıyor ve diyor ki: “Müslüman, İslam’ı öyle canlı ve öyle diri yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin…”
Karakoç hem çağı tanıyor, tanıtıyor hem de çağlar ötesine, fizik ötesine gidip insanlığın medarı iftiharı olan Sahabeden, tabloları, çağdaş insanın önüne koyup “işte hakikat buradadır” diye göstermiştir.
Selam olsun bu hakikat yolunda seksen sekiz yıl hiç usanmadan yürüyen bilgeye.
Selam olsun karanlığa bir mum yakmakla kalmayıp, o yoldaki engelleri birer birer kaldıran büyük mütefekkire.
Selam olsun düşüncemizin burçlarında tertemiz kutlu bir ömür geçiren dervişe.
Selam olsun ahireti dünyada yaşamak için savaşmış olan mücahide.
Selam olsun ümmetin medarı iftiharı olarak imrenilecek bir ömür geçiren kahramana.
Selam olsun dünya sürgünü sona eren mümtaz şaire.
“..Sana ağûşunu açmış duruyor Peygamber (sav), menzilim mübarek olsun büyük bilge.
Ferman Karaçam - Haber 7